Vahiy gerçeğini araştırırken İlhami Hocam’ın geçen yıl yazdığı bir makaleye denk geldim.
İlhami Güler benim sıklıkla takip ettiğim ancak yazılarını yorularak okuduğum bir kalem.
Akademik bir üslupla yazılmış yazılarını anlamak için ciddi bir efor harcamanız gerekiyor.
Ancak konu çok önemli idi ve kendimce bir şeyler yazmak gereği hissettim.
Benim yazın dilim şu şekildedir.
Ben düşünürken felsefik düşünmeyi ancak ifade ederken sokakta konuşulan sıradan cümleleri kullanmayı tercih ederim. Yıllar önce okuduğum Felsefenin Başlangıç İlkeleri kitabında Georges Politzer felsefe öğrettiği öğrencilerine ve konferanslarını takip edenlere bunu tavsiye edermiş. Bende bunu kendime ilke edindim. Buradan şu sonuç çıkmamalı. İlhami hocam’ın dili kimseye ulaşmıyor. Tam tersine gündelik konuşmalarımızda İlhami hocamın yazılarını referans olarak kullanan onlarca arkadaşım var.
Dinin ocağı yanmadı ki sönsün diyerek bende asıl konuya girmek istiyorum ve vahiy gerçeğini üzerine duygularımı ortaya döküyorum..
Yerküre üzerinde dinin ışık saçtığı, mutlu ettiği tek bir ocak yoktur. Din temeli itibari ile itaat ve sorgulanamaz ibadetler üzerine kuruludur. İman ettim dediğinizde itaat, ardından ibadet gelir. Yıllar yıllar geçse bile inandığınız değerler, ortaya koyduğunuz itaat ve yapmaktan bıkmadığınız ibadetler sizin gönül dünyanızda ve sosyal hayatınızda hiçbir değişiklik yapmasa dahi “Neden” sorusunu sorma şansınız yoktur.
Vahyin Gerçeği, kime geldiğinden daha önce anlaşılması gereken nokta
Vahiy gerçeği, aslında vahiy aldığını iddia eden insan (peygamber) ile vahiy aldığına inandırıldığınız Allah arasında geçen bir durumdur. Bu duruma şahit olan üçüncü bir insan dünya üzerinde mevcut değildir. Siz “Ben Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildim” diyen bir insana inanabilirsiniz hatta onun öğretilerini kendinize yaşam tarzı olarak da kabul edebilirsiniz ancak bu konunun şahitsiz bir haberleşme şekli olduğuna öncelikle inanmanız gerekir. Buna rağmen hayatınızın her alanını bu öğreti üzerine şekillendirmeye karar vermişseniz bu sizin bileceğiniz iştir. Ancak bir başka insanı buna inanmaya zorlayamazsınız hatta ahlaki olarak zorlamamalısınız. O yüzdendir ki “din adamlığı” ya da “ruhbanlık” İlhami Güler’in dediği gibi dini çürütür. Çürütmek zorundadır. Çünkü insanlara anlattığınız ve hakikat olduğunu ifade ettiğiniz hiçbir şeye şahit olmamışsınızdır. Aslında siz yüzyıllar boyunca rivayetler yolu ile gelen bir öğretiyi sanki şahit olmuşsunuz gibi nakledersiniz. O yüzdendir ki; hiçbir zaman peygamberler hayatta iken inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücadele ve hatta savaş eksik olmamıştır.
Teoloji ile uğraşan herkesin etrafında dolandığı ve bir türlü söyleyemediği gerçek aslında şudur.
Dinin kaynağından her zaman şüphe duyulacaktır. Çünkü tek kişinin “Ben Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildim” sözünden başka ortada bir delil yoktur. Bunun için milyonlarca yıl devam etse de uzayıp giden ve her gün çoğalan rivayetlerden başka ortaya konulabilecek bir gerçek olmayacaktır. Siz birey olarak vahiy ve onun kaynağına inanabilirsiniz ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, ne kadar vahyin kaynağı üzerinde kelime oyunları oynarsanız oynayın bunu toplumsal bir gerçeklik haline getirmeniz mümkün olmayacaktır. Bunu peygamberlerin kendileri dahi başaramamışlardır. Dün “Ben Allahtan vahiy aldım diyenlere “ Sen deli misin, sana cinler mi bulaştı” itirazı geldi, bugün de aynı gerekçelerle gelen insanlara aynı cevaplar verilecektir. Bu inanmayanların suçu değildir. Vahyin kaynağından sadece tek bir kişinin haber aldığını söylemesidir. Onun sözünden başka ortada başka bir delil yoktur. Dolayısı ile din; küresel hiçbir gelişmeye ayak uydurmaya, yaşamsal hiçbir yeni döngüye yetişemeyecektir, yetişmesi olasılık dahilinde değildir.
Aslında İlhami Hoca’mın yazdığı makalenin sonuç bölümüne katılmam mümkün değil. Sanki dindar kesime şirin görünme çabası olarak algıladım. Bugüne kadar ortaya çıkmış tek bir din yoktur, bölünmemiş, mezheplere ayrılmamış. Bu Kur’an-ın kavramlaştırılmasından kaynaklamamaktadır. Aslında dinin kendi doğasında bulunan ayrışmadan kaynaklanmaktadır ve hep olacaktır. Siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın, siz ne kadar şirin göstermeye çalışırsanız çalışın dinin doğasında olan bu gerçekliği değiştiremezsiniz. Daha ilk basamağa adımınızı attığınızda karşınıza “İnanan ve inanmayan” ayrıştırması çıkacak ve siz kendinizi inanan, ötekileri inanmayan olarak görmek zorunda kalacaksınız. Hatta bunu inancınızın bir gereği olarak göreceksiniz.
Vahyin ne türü ne içeriği kişiyi ayrıştırmaktan kurtaramaz
Daha Kur’an vahiy olarak geldiği ilk asırda bile çocukluktan beri onun gerçeği ile büyümüş Hz Ali ve Hz. Ayşe’nin birbirleri ile savaşmasına engel olamıyorsa aradan geçen 15 asır sonra insanların vicdanını alevlendirecek bir potansiyele nasıl sahiptir değerli hocamın bunu açıklamasını isterdim. 1400 küsür yıl sonra gelinen noktada sosyal hayat dahi inanan ve inanmayanların arasındaki kırılmayı derinleştirmiş, aynı ülkede yaşayan insanların ortak değerlerini bile ortadan kaldırmıştır.
Bana göre din; aslında din ile akademik kariyer yapmış, din ile etiket sahibi olmuş, din ile toplumda saygınlık kazanmış insanların evirip çevirip insanlara yepyeni bir şey bulmuşlar gibi sunmalarından dolayı bireylerin kalplerindeki ışığı söndürmekte ve sosyal hayatları tarumar olmaktadır. Cesurca çıkın bu insanlara doğruları ifade edin. Hiç olmazda bunu yaparak kalplerinizdeki sönmüş alevi yakmış olursunuz.
Prof. Dr. İlhami Güler’in yaklaşık bir yıl önce yazmış olduğu bir makale üzerine yazılmıştır.