(İzmir İlkses Gzetesine 07.01.2020 Tarihinde verdiğim röportaj)
Bütün tarikatlar bir virüstür. Bu virüsü topluma yayan da siyasetçilerdir. Aslında bir anaysa suçu olmasına rağmen tarikat şeyhleri ile, onların başındaki kişilerle görüşerek hatta oradan alacakları oy karşılığında devletin çeşitli kademelerinde bunlara görevler vererek aslında devletin yapısını da çok ciddi anlamda bir bozguna uğratıyorlar.
BURCU YANAR/RÖPORTAJ
Onun hayatı filmleri aratmayacak türden bir hikaye. 6 yaşında ailesi tarafından ‘Eti senin, kemiği benim’ denilerek köy imamına teslim edilen Mehmet Tekeci, 29 yıl boyunca din görevlisi olarak çalıştı. Çeşitli tarikatlara din eğitimi için gönderilen Tekeci, o apartman altı tarikatlarda neler döndüğünü, çocukların beyinlerinin nasıl yıkandığını ve bir neslin nasıl yok edildiğini ise yazdığı kitaplarda anlattı.
Öncelikle sizi yakından tanıyabilir miyiz?
Ben Mehmet Tekeci. 1965 yılında Kastamonu’da doğdum. 29 yıl boyunca din görevlisi olarak görev yaptım. Ortaokul ve liseyi Kastamonu’da okudum. Yüksekokulu ise açık öğretimden bitirdim. Allah’ı Arayan İmam isimli bir kitabım var. İkinci kitabım ise hazır ve şu an yayınlanmayı bekliyor. Kastamonu’da Ajans 37 isminde bir kanalda ‘Hayatın İçinden’ isimli bir program yapıyorum aynı zamanda aynı kanalın web sitesinde de haftada bir köşe yazısı yazıyorum.
Kitaplarınızın içeriği nedir ve ne zaman yazmaya başladınız?
Ben 6 yaşından ailem tarafından ‘Eti senin kemiği benim’ denilerek köy imamına teslim edildim. O günden itibaren de kendi hayatım olmadı. Sonra hayat beni 2004 yılında İstanbul’a itti. İstanbul’a gittiğimde benim hayal ettiğim şeylerin dışında bambaşka bir hayat olduğunu gördüm. İşin gerçeği kuran kurslarında, yatılı okullarda, tarikatlarda geçen ömrüm boyunca yaptığım her şeyi dini bir gereklilik olarak yaptım. Geçen ömrüme baktığımda aslında beynimde binlerce soru biriktiğini ama benim bu soruları cevaplamaya cesaret edemediğimi fark ettim. Bu sorular din ile ilgili her şeydi. Birine din ile alakalı bir soru sorduğumda ‘Orasını karıştırma, onu Allah bilir’ gibi cevaplar verilip üstü kapatılıyordu. Oysaki bu cevapları benim bilmem gerekiyordu. Çünkü içimdeki şüpheyi bir türlü ortadan kaldıramıyordum. Dolayısıyla bu soruların üzerine gitmeye başladım. Soruların üzerine gittikçe aslında çok yanlış yerlerde zaman tükettiğimi anladım. Bizim şeyh, üstad, din uleması dediğimiz insanların aslında bizim hiçbir sorunumuzu halledecek insanlar olmadığını gördüm. Bütün sorunların da sorularının cevaplarının bizde olduğuna karar verdim. Bu sorunların ve soruların cevaplarını aramaya başladığımda bazı şeyler kendiliğinden ortaya çıkmaya başladı. Ben 6 yaşından 38 yaşına kadar geçen zaman dilimindeki arayışlarımı ve sorgulamalarımı ‘Allah’ı Arayan İmam’ kitabında anlattım.
Peki nasıl bir ailede büyümüştünüz, ortamınız nasıldı?
Bu ailem için bir gereklilikti. Büyük dedem yaşıyordu, dedem yaşıyordu, babam yaşıyordu, amcam, büyük babaannem, babaannem, annem yani tüm aile büyüklerimizin hayatta olduğu kalabalık bir aileydik biz. Ailem şunu bilmiyordu; orada karakterimiz, kişiliğimiz, çocukluğumuz örseleniyordu. Orada yetişkin bir insanın bile kaldıramayacağı şiddette dayaklar yiyorduk. Örneğin sıradan bir sure ezberini yapamadığınızda ciddi dayaklar yiyip, cezalar alıyordunuz.
Peki bunu devlete bağlı remi kurumlar mı yapıyordu, yoksa başka örgütler mi?
Bunun devleti yok. bu her yerde yapılıyor. Bir tarafta sopa ile dayak yiyorsun diğer tarafta tokat ile. Bugün din öğreten kurumların tamamı diyanete bağlı görünür ama birçoğunun altında cemaatler ve tarikatlar vardır. Oralarda da çocukların işkence gördükleri, taciz ve tecavüze uğradıkları, çocukların sosyal hayatı olmadığı ve dört duvar arasında yaşadıkları yazılı ve görsel medyaya zaten defalarca çıktı.
13 AYLIK BİR ZİNDAN HAYATI
29 yıl boyunca din görevlisi oldunuz, içinizden gelmeyen bir şeyi hiç bırakıp gitmek istemediniz mi?
Ben şu an 55 yaşındayım. Ortaokula gitmek istediğimde ailem beni gavur okulu diyerek okula göndermedi. Bu sadece benim ailemde değil. Yaşadığımız yerde böyleydi. Bu sebeple okula gönderilmek yerine hafız olmak üzere tekrar kuran kursuna gönderildim. Orada 13 ay kaldım ve bugün bile o zamanları düşündüğüm zaman ruh halim değişiyor. Orada 20-25 çocuktuk. Oradaki dayakların şiddetini tarif edemem. O zamanları 13 aylık bir zindan hayatı olarak tanımlayabilirim. Fakat ben oradan bir çıkış buldum. Kendimi en sevdiğim taraf budur. Bizi okutan hocanın oğlu imam hatip lisesinde okuyordu. Ben dedim okumak istiyorum. Bunun için ne yapmam lazım. O da bana elinden geldiğince yardımcı oldu ve öncelikle kalacak yer ayarlamam gerektiğini söyledi. Beni parasız yatılı okulları sınavına yönlendirdi. O sınavları birincilikle kazandım. Böylelikle kalacak yer işini halletmiştim. Ancak işin diğer kısmını ailemle halledebilir miydim bundan şüpheliydim. Çocuk aklımla şöyle bir çözüm yolu buldum; köyüme gittiğimde dedeme durumu anlattım. Akşam bütün aile büyük dedemin odasında otururken dedem mevzuyu açtı. Sonrasında büyük dedem hiçbir tepki vermedi. Ve birden bire ‘Oğlana bir takım elbise yaptırıp gönderin’ dedi. Bu sayede imam hatip benim için bir kurtuluş oldu. O kıskaçtan ilk kurtuluşum imam hatip lisesi oldu. Eğer oraya gidemeseydim hiç okuyamayacaktım. Bu sebeple gazetenizi okuyan insanlara şunu söylemek istiyorum: “İmam hatip de okuyan her öğrenciyi etiketlemesinler. Bugün bile 2020 yılına gireceğimiz şu günlerde bile erken yaşta evlenmemek için imam hatip lisesine giden kız çocuklarımız var. İmam hatiplere giden herkes sistemin uşağı olmak için oraya gitmiyor. Kendi başına gelecekleri öteleyebilmek için bu yolu seçiyorlar.
Siz kendi çocuğunuzu büyütürken nasıl bir yol izlediniz, çocuğunuz size ateist olduğunu söylese netepki verirsiniz?
Benim çocuğum zaten metafizik olan hiçbir şeye inanmıyor. Benim atalarımdan bir farkım olmalı diye düşündüm ve oğlumu karşıma alarak şunu söyledim: “Eğer dinsiz olacak isen de bunu gerçekten bilerek yap. Dindar olacaksan da bunu gerçekten bilerek ve isteyerek yap. Bu tercih senin. Ben sana hiçbir şey dikte etmeyeceğim.” Şu an oğlum 22 yaşında bir üniversite son sınıf öğrencisi ve gayet de kişilikli, karakterli ve iyi bir insan. Benim hayatımın 35 yılı hocalar, hacılar, cemaatler, tarikatlar, evliyalar ve bu tip insanların etkisinde geçti.
Türkiye’de pek çok tarikat ve cemaat skandalına şahit olduk. Siz bu konuda içinden gelen biri olarakne söylemek istersiniz?
Bütün tarikatlar bir virüstür. Bu virüsü topluma yayan da siyasetçilerdir. Aslında bir anaysa suçu olmasına rağmen tarikat şeyhleri ile, onların başındaki kişilerle görüşerek hatta oradan alacakları oy karşılığında devletin çeşitli kademelerinde bunlara görevler vererek aslında devletin yapısını da çok ciddi anlamda bir bozguna uğratıyorlar. Bunu Fetullah Gülen’in cemaati ile yaşanan olayda gördük.
Yeni çıkacak olan kitabınızdan da bahsedebilir miyiz?
Kitabın ismini henüz vermek istemiyorum. Fakat şua an baskıya hazır halde bekliyor. Ancak bastırabilmek için bir yer arıyorum ve bunun için çalışmalarım devam ediyor. Bu kitapların içinde ‘Din Baronları’ olarak tarif edebileceğimiz insanlar ile ilgili bilgiler var. Ben bu kitaplar ile çıkmazda olan birçok insanın hayatına dokundum. Buna inanıyorum. Ben her iki kitabımı da 5’er yılda yazdım ve oldukça önemsiyorum.
Peki, sorgulamalarınız sonucunda aradığınızı bulabildiniz mi?
Aslında aranan bir şey yok. İnsan daima kendini arar. Kişiliğe dışarıdan yapılan bir müdahale sonucunda ise kendini bulmakta zorlanabilir. Ve ben aradığım şeyin kendim olduğunu öğrendim. Ben kendimi bulduğumda sorunlarımın çoğunun ortadan kalktığını gördüm. Korku duvarını aştığımı fark ettim.
Anaokulunda zorunlu dini eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de apartman altlarında anaokulu görünümlü sübyan mektepleri açılıyor. Küçük yaşlardaki çocukların kafasına haram ve günah kavramları yerleştirilerek dindar bir nesil yetiştireceklerini zannediyorlar. Halbuki bir nesli yok ediyorlar. O çocukların oyuncaklarıyla oynaması gerekiyor. Aileler çocuklarına çocukluklarını yaşatsınlar. 0-7 yaş arasındaki çocuk oyun oynamalı, gezmeli, eğlenmeli ve öğrenmelidir. Tarikatlar çocuklara dini öğretmeyi bırakın onları gökyüzüne bile bakamayacakları bir kıskacın içerisine hapsediyorlar. Böylece içi öfke ile dolu hayatı kavrayamayan bireyler toplumu oluşturuyor.